26 Kasım 2008 Çarşamba

Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Komisyonu Raporu (2003)

İnsan hakları Danışma Kurulu
Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Komisyonu Raporu

9 Haziran 2003

DÜNYADA VE AZINLIK KAVRAMI VE TANIMI

“Azınlık” kavramı dünyada 16. yüzyıldan bugüne kullanılmaktadır. Mutlakıyetçi krallık adı verilen yönetim biçimi kurulunca ve yaklaşık aynı zaman dilimi içinde dinsel azınlıklar ortaya çıkınca (Katolik krallıklarda Protestanlar, Protestan krallıklarda Katolikler) bu azınlıkların karşılıklı olarak korunması gerekmiş ve ancak o zaman azınlık kavramı ortaya çıkmıştır. 1789’dan sonra dinsel azınlıkların yanına bir de ulusal azınlık kavramı eklenecektir.

Avrupa devletleri bu azınlıkları korumayı kendi içlerinde hallettikten sonra kendi dışlarına dönmüşler ve Osmanlı İmparatorluğu içindeki gayrimüslimleri koruma ve bu sayede de Osmanlı’ya müdahale etme çabalarına girişmişlerdir. Sonuçta Avrupa ülkeleri birbirleriyle çatışmaya başlamışlar, böylece ortaya “Şark Meselesi” (Doğu Sorunu) çıkmıştır.

Bu uluslararası koruma çabaları önce tek taraflı koruma fermanları (ör. 1598 Nant Fermanı) ve ikili antlaşmalar (ör. 1699 Karlofça Antlaşması) biçiminde başlamış, 19. yüzyılda çok taraflı antlaşmalar (ör. 1856 Paris Antlaşması) evresine geçmiş ve nihayet 1920’de Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıyla “uluslararası örgüt güvencesinde azınlık koruması” dönemi açılmıştır. Dünya şu anda da bu evrededir ve uluslararası azınlık koruma mekanizması Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, AGİT gibi kuruluşların şemsiyesi altında yürümektedir.

TÜRKİYE’DE AZINLIK KAVRAMI, TANIMI, VE HAKLARI

Milletler Cemiyeti döneminden bu yana azınlık kavramının ölçütü üçlüdür: etnik, dilsel, dinsel azınlıklar. Bununla birlikte, Türkiye 1923 Lozan’da bunların üçünü de kabul etmemiş ve yalnızca gayrimüslim yurttaşların azınlık olduğunu ve dolayısıyla uluslararası azınlık korumasından yararlanabileceğini kabul ettirmiştir.

Bununla birlikte, aradan yaklaşık seksen yıl geçmiş olduğu ve bu arada dünyadaki azınlık kavramı, tanımı ve hakları büyük gelişme gösterdiği için Türkiye ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmaktadır. Üstelik, 1990’dan sonra azınlık hakları hem mekân hem de nitelik olarak daha da genişlemiş ve güçlenmiştir.

Bu sıkıntılar yalnızca Lozan’ın sınırlı tanımından kaynaklanmamaktadır. Türkiye, imzaladığı uluslararası sözleşmelere getirdiği bir tür rezervle (çekince, ihtirazi kayıt) daha da dar bir kalıp ileri sürmektedir. Bu “Yorum Beyanı”na göre, Türkiye, Lozan’ın yanı sıra 1982 Anayasasının kısıtlamalarını da uluslararası ortamda ileri sürmekte, katıldığı sözleşmelerde getirilen hakların Lozan’da kabul edilenler dışındakilere de getirilmesi ve 1982 Anayasası tarafından yasaklanan haklardan olması halinde uygulanmayacağını bildirmektedir. Hemen söylemek gerekir ki, bir anlaşmazlık halinde uluslararası toplum (mahkemeler, vs.) bu “Yorum Beyanı”nı geçersiz saymaktadır.

Türkiye’nin bu konudaki sıkıntılarını iki noktada özetleyebiliriz:

1) Türkiye’nin bu sınırlayıcı tutumu, dünyadaki eğilimlere gitgide ters düşmektedir. Artık eğilim, bir ülkede azınlık olup olmadığını o ülkeye sormamak ve eğer “etnik, dilsel, dinsel bakımdan farklılık gösteren ve bu farklılığı kimliğinin ayrılmaz parçası sayan” gruplar varsa, o devlette azınlık bulunduğunu kabul etmek yönündedir.

2) Türkiye Lozan’ı da gerektiği gibi uygulamamaktadır ve dolayısıyla Türkiye’nin bu kurucu antlaşmasının kimi hükümlerini dahi ihlal etmektedir.

Bir kere, gayrimüslimlere getirilmiş olan haklar tam olarak uygulanmamaktadır. Hem bu haklar yalnızca üç büyük azınlığa (Ermeni, Musevi, Rum) tanınmakta ve diğer gayrimüslimlere (ör. Süryaniler) tanınmamaktadır, hem de Lozan Kesim III’ün bu gayrimüslimler dışındakilere uluslararası koruma olmaksızın getirdiği haklar devlet tarafından görmezden gelinmektedir.

Birinci duruma örnek olarak, basında “1936 Beyannamesi” olarak ünlenen uygulama, ikinci duruma ise Lozan’ın 39/4 maddesi gösterilebilir. Bu madde, “bütün TC yurttaşları”na, “dilediği dili ticarette, açık ve kapalı toplantılarda, her türlü basın ve yayın araçlarında kullanma” hakkı getirmektedir. Yani bu kullanımın tek istisnası, resmî dairelerdir. Halbuki örneğin radyo ve TV’lerde kimse istediği dilde yayın yapamamaktadır.

Oysa, örneğin 39/4 uygulansa, örneğin Kürtçe yayın konusunun getirdiği sıkıntılı tartışmalar kendiliğinden sona erecektir. Böyle bir durum, Türkiye’nin dört açıdan çok işine yarayacaktır:

1) Türkiye çok yakın bir gelecekte, zaten bir yararını görmediği “Yorum Beyanı”ndan vazgeçmek zorunda kalacaktır. Bunu AB zoruyla değil, kendi iradesiyle yapması ulusal egemenlik kavramı açısından çok önemlidir ve bu da kendi kurucu antlaşması hükümlerini uygulamasıyla olacaktır.

2) Bir gün, kaçınılmaz olarak, herkes her dilde yayın yapabilecektir. Buna geçişte yeni yasalar çıkarmakla uğraşmak yerine, Lozan’ın zaten en az anayasa değerinde olan hükümlerinin uygulandığı gerekçesini ileri sürmek devlet için büyük kolaylık sağlayacaktır.

3) Türkiye’de uluslararası koruma altında azınlık yaratmamak açısından, bütün yurttaşlara mümkün olduğu kadar geniş özgürlükler verilmesi gerektiği açıktır ve bu madde “tüm TC yurttaşları”ndan söz etmektedir.

4) Türkiye’de devletin kendi insanına daha insanca muamele yapmasının, ülkede “birlik ve beraberlik” açısından çok yararlı olacağına kuşku yoktur. Çünkü “zorunlu yurttaş”lardan oluşan bir ülke zayıf bir ülkedir. İnsanları mutlu ederek onları “gönüllü yurttaş”lar haline getirmek bizzat devleti kuvvetlendirecektir.

TÜRKİYE’DE AZINLIK MEVZUATI VE UYGULAMASI

Türkiye’de azınlıkları ilgilendiren mevzuat, ülkedeki azınlık kavramı ve haklarından daha kısıtlayıcı durumdadır.

Bunun temel kaynağı, Anayasa’nın 3/1 maddesidir: “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir”.

Devletin bölünmez bütünlüğü son derece doğal ve tüm dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur. Fakat milletin bölünmez bütünlüğü kavramı bir Batılıya son derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak milletin tek parça (monolitik) olduğunu söylemektir ki, milleti oluşturan çeşitli alt-kimliklerin inkârı anlamına gelir ve dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır.

Diğer yandan, “[Türkiye Devletinin] Dili Türkçedir” ibaresini anlamak hepten imkansızdır, çünkü devletin dili olmaz. Resmî dili olur ve o ülkedeki yurttaşlar devletle ilişkilerinde bu resmî dili kullanmanın yanı sıra çeşitli diller konuşurlar.

Türkiye’deki mevzuat, demokrasinin “olmazsa olmaz” kuralı sayılan “alt-kimliklerin tanınması” halinde bu bütünlüğün bozulmak istendiğini varsaymaya ve dolayısıyla bunu yapanları “bölücülük/yıkıcılık”la suçlamaya yönelik bir mevzuattır. Terörle Mücadele Kanunu, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu, Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu, Dernekler Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu gibi önemli yasalarda “etnik ve dilsel farklılıklara dayanan azınlıkların var olduğunu ileri sürmek yoluyla azınlık yaratmak” şiddetle cezalandırılmaktadır.

Anayasa’nın ve yasaların sayısız maddesinde tekrarlanan “devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü” ilkesinin, ülkedeki demokrasiyi çok ciddi biçimde zedeleyen ve dolayısıyla hem devlete hem de millete zarar veren bir durum yarattığına kuşku yoktur.

TÜRKİYE’DE AZINLIKLARLA İLGİLİ ANAYASA MAHKEMESİ VE YARGITAY İÇTİHADI

Anayasa Mahkemesi ve Siyasal Parti Kapatma Kararları

Böyle bir mevzuat karşısında, Anayasa Mahkemesi’nin sık sık parti kapatma kararları aldığına rastlanmaktadır.

Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin, yorum yaparken, hukukun kimi temel kavramlarını gözardı ettiği ve dolayısıyla Türkiye’deki demokrasinin daha da zedelenmesine yol açtığı söylenebilir.

Nitekim, Mahkeme Mayıs 1980 TEP kapatma kararında, Türkiye’de gayrimüslim azınlıklara getirilen hakların Yunanistan’ca da kendi ülkesindeki Müslüman azınlıklara uygulanacağını söyleyen Lozan md.45’in bir “mütekabiliyet” maddesi olduğu bildirmiştir ki, bu bir mütekabiliyet değil, bir “paralel yükümlülük” maddesidir. Üstelik, insan hakları konusunda mütekabiliyet yasaktır (1969 BM Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi md.60/5).

Yine Mahkeme, Haziran 1994 DEP kapatma kararında “Sınırsız hakları sınırlı haklara, ulusun kendisi olmayı azınlık olmaya dönüştürmenin anlamsız” olduğunu söylerken, “negatif hak” (bütün yurttaşlara verilen haklar) ile “pozitif hak” (yalnızca dezavantajlı yurttaşlara verilen haklar) ayrımını gözardı etmiştir. Ayrıca, Mahkeme’nin bu ifadesi, çoğunluğa mensup yurttaşları birinci sınıf, azınlığa mensup yurttaşları ise ikinci sınıf addetmektedir.

Anayasa Mahkemesi yine TEP kapatma kararında önce farklı kimliklerin varlığından söz etmenin mümkün olduğunu söylemiş, ama hemen arkasından farklı kimlikler bulunduğunu söylemenin “zamanla bütünden kopma eğilimine” gireceğini ekleyerek eski tutumunu sürdürmüştür.

Bu antidemokratik tutum, Türkiye’de farklı etnik vs. kökende kişilerin varlığının tanınmasının, devletin parçalanmasına yol açacağı korkusundan kaynaklanmaktadır.
Yargıtay’ın Gayrimüslim Vakıfları Hakkındaki Kararları

Türkiye’deki gayrimüslim yurttaşlar ne yazık ki “yabancı” olarak algılanmaktadır. Fakat, halk arasında böyle bir yanlışın yapılmasının yanı sıra, “1936 Beyannamesi” adıyla tanınan gayrimüslim vakıfları sorununda verdiği kararlarla Yargıtay’ın da bu ciddi yanlışa düştüğü (ve hatta bu yanlışta ısrar ettiği) görülmüştür.

Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 1974 yılında verdiği kararda “...yabancıların Türkiye’de mal edinmeleri yasaklanmış olup...” demek suretiyle, bir gayrimüslim Türk kuruluşu olan Balıklı Rum Hastanesi Vakfı’nın mal edinemeyeceğine karar vermiştir. Savunma avukatlarının bu yanlışlığı belirtmeleri üzerine aynı Kurul bu sefer “Davalı mülhak vakfın Türk vatandaşları tarafından kurulmuş olmasına karşın onama kararında ‘yabancıların Türkiye’de taşınmaz mal edinmelerini yasaklayan yasalardan söz edilmesi’ bir yanılgı sonucudur” demiş ve ilave etmiştir: “[Bu nedenle o tümcenin] düzeltme yoluyla ilamdan çıkartılmasına, bunun dışında... düzeltme isteğinin reddine...”. Yani, Yargıtay yanlışta ısrarlıdır. Fakat böyle yanlışlar millet kavramına çok zarar verici ve Türkiye’yi uluslararası ortamda küçük düşürücü niteliktedir.

Bu “1936 Beyannamesi” konusu 02 Ocak 2003’te çıkartılan Dördüncü AB Uyum Paketi’ne sokularak düzeltilmişse de, uygulamada haksızlık bugün de olduğu gibi devam etmektedir. Nitekim Temmuz 2003’te çıkartılacağı bildirilen Altıncı Uyum Paketi’nde aynı husus yinelenmek zorunda kalınmıştır.

SONUÇ: TÜRKİYE’DE AZINLIKLARLA İLGİLİ DURUMUN TEMELLERİ

İncelediğimiz bu azınlıklar konusunun Türkiye’de çok dar ve çok yanlış bir açıdan ele alındığı açıktır. Bu açının temel direkleri şöyle özetlenebilir:

1) Türkiye, azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmelerini izlemek yerine, 1923 yılına takılıp kalmakta, üstelik 1923 Lozan’ı da yanlış/eksik yorumlamaktadır.

2) Azınlığın farklı kimliğinin kabulü ile azınlık hakları vermek aynı şey sayılmakta/sanılmaktadır. Oysa birincisi objektif bir durumdur, ikincisi ise devletin bileceği iştir.

3) Demokrasi anlamına gelen “iç self-determinasyon” ile parçalanma anlamına gelen “dış self-determinasyon” aynı şey sanılmakta ve sonuçta farklı kimliklerin tanınması ile devletin parçalanması aynı şey sayılmaktadır.

4) Millet konusunda teklik ile birlik aynı şey sayılmakta/sanılmakta ve birincinin ikinciyi gitgide tahrip etmekte olduğunun farkına varılmamaktadır.

5) Bir millet olarak Türklerden söz ederken, “Türk” teriminin aynı zamanda bir etnik grup anlamına geldiği görülmemektedir.

Bu durumların ortaya çıkmasının, biri kuramsal diğeri de tarihsel/siyasal olmak üzere iki temeli vardır.
Kuramsal Neden: Türkiye Cumhuriyeti’nde Alt-Üst Kimlik İlişkisi

Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra onun yerine geçerken, onda bulunan alt-kimlikleri (çeşitli etnik, dinsel, vs. grupları) olduğu gibi tevarüs etmiştir. Fakat İmparatorluk’daki üst-kimlik (devletin yurttaşına verdiği kimlik) “Osmanlılık” iken, Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türklük” olarak ortaya çıkmıştır. Bu durumda, alt-kimliklerden bir tanesi aynı zamanda üst-kimlik olarak belirmiştir ki, bu durum, diğer alt-kimlikleri yabancılaştırıcı niteliktedir. Eğer bu üst-kimlik “Türkiyelilik” olsaydı, bu durum ortaya çıkmazdı. Çünkü “toprak” esasına dayanan bu üst-kimlik bütün alt-kimlikleri eşit biçimde kucaklayacak ve işin içine etnik, dinsel vs. özellikleri karıştırmamış olacaktı.

Nitekim, “Türklük” biçimindeki üst-kimlik soy ve hatta din özellikleri taşımaktadır. Ör. “Yurt dışındaki soydaşlarımız” dendiği zaman Türk etnik kökenden olanlar kastedilmektedir. Diğer yandan “Türk” sayılabilmek için ayrıca “Müslüman” olmak gerektiği, gayrimüslim yurttaşlarımıza “Türk” değil “vatandaş” denmesinden de bellidir. Türkiye’de hiç kimse bir Rum yurttaştan söz ettiği zaman “Türk” dememektedir, çünkü Müslüman olmayan bir yurttaştan söz etmektedir.

Bu durum gerek yakın tarihte gerekse bugün rahatsız edici boyutlara ulaşmıştır. 1940’lara kadar gayrimüslim yurttaşlar “ecanip” (yabancılar) defterine kaydedilmişlerdir. 1942 Varlık Vergisi “G” (gayrimüslim) cetveli uygulayarak bu yurttaşlardan Müslümanlara oranla çok daha fazla vergi almıştır. Aralık 1988 tarihli “Sabotajlara Karşı Koruma Yönetmeliği”nde hangi kategorilerin sabotaj yapabilecekleri sıralanırken, gayrimüslim TC yuttaşlarının da “Memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebalı)” denerek anıldığı çok kimsenin bilmediği bir husustur. 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun 24/1 maddesi gereği yabancıların kurduğu okullara “Türk asıllı TC yurttaşı” müdür başyardımcısı atamak kuralı, gayrimüslim TC yurttaşlarının (azınlıkların) okullarına da aynen uygulanmaktadır.

Son olarak, 1936 Beyannamesi kaldırıldığı halde, Surp Haç Ermeni Lisesi Vakıfı’na Hazine’nin Şubat 2003’te açtığı davada “İçişleri Bakanlığı Azınlık Tali Komisyonu” kararına dayanmış olması, tek kelimeyle vahim bir durumu yansıtmaktadır. Türkiye’de dinleri çoğunluktan farklı (gayrimüslim) olan yurttaşların malları söz konusu olduğunda böyle bir Komisyon söz sahibi olmaktadır ki, etnik ve dinsel ayrımcılık konusunda bundan daha dorukta bir örnek vermek herhalde zordur.

Tarihsel ve Siyasal Neden: Sevr Sendromu

1990’ların başında Türkiye’nin parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu hususunda bir “Sevr Sendromu”nun yaşandığı bilinmektedir. Fakat böyle bir havanın bugün de ileri sürülmesi ve bir “paranoya” haline gelmiş olması rahatsız edici ve milleti zayıflatıcı bir durumdur. Bugün Doğu Karadeniz’de bir Pontus Devleti’nin kurulacağından, Dönmelerin Türkiye’yi idare ettiğinden, Fener Patrikhanesinin İstanbul’da bir tür Vatikan devleti kuracağından söz edenler böyle bir havayı yaratmaya özen göstermektedirler.

Bu türden bir atmosfer, Türkiye’deki en masum kimlik taleplerini bile Türkiye’nin parçalanmak istendiği biçimde yorumlamakta ve anında bastırmaktadır. Bu durum, aynı zamanda, büyük Batılı ülkelerin müdahalesini de davet etmektedir, çünkü Türkiye’nin AB’ye girebilmek için kendi imzasıyla rıza gösterdiği demokrasiye aykırılık oluşturmaktadır. Kendi yurdunda böyle bir paranoyayla demokrasiyi geciktirmek, Türkiye’ye hizmet değildir. Özellikle Kürtçe’nin kullanılması konusunda getirilmek istenen reformlar söz konusu olduğunda, hemen Türkiye’nin parçalanacağından söz edilmekte, bunun terörü canlandıracağı söylenmekte, her türlü reform böyle bir paranoya havası içinde engellenmek istenmektedir. Oysa, bunu yapanlar, reformlar engellendiği takdirde kimi çevrelerin terörü tekrar tek alternatif olarak algılamaya sürüklenebileceğini görmemektedirler.

Bununla birlikte, AB’ye hazırlık süreci, Türkiye’deki azınlık hakları konusunu herşeye rağmen çok olumlu bir sürece sokmuştur. Bu süreç, 1920 ve 30’larda Kemalizm’in ülkeyi çağdaşlaştırmak için “yukarıdan devrim”le yaptığı hukuk reformlarının doğrudan devamı niteliğindedir.

Fakat, nasıl bu yıllarda Kemalist yukarıdan devrime aşağıdan yukarıya şiddetli tepkiler (“irtica”) gelmişse, bugün de bu Uyum Paketlerine tepki gelmektedir. Bu “Sevr Paranoyası”nın beslediği zihniyet, reformlara şiddetle direnmektedir.

Fakat Türkiye’deki mevzuatı çağdaşlaştırmamak yüzünden AİHM’nin artık Yargıtay üzerinde bir temyiz mahkemesine dönüştüğü ve AİHS’nin ihlali olarak görülen ulusal mahkeme kararlarının tekrar dava konusu yapılmasının mümkün kılındığı bir Türkiye’de zaman zaman geriye gitme çabaları görülse de, artık buradan geriye dönüş zor gözükmektedir.

Hiç yorum yok: