26 Kasım 2008 Çarşamba
İHD insan hakları ihlalleri raporları
2004 YILI İNSAN HAKLARI İHLALLERİ RAPORU
2003 YILI İNSAN HAKLARI İHLALLERİ RAPORU
2002 YILI İNSAN HAKLARI İHLALLERİ RAPORU
EKİM-ARALIK 2001 İNSAN HAKLARI İHLALLERİ RAPORU
OCAK-HAZİRAN 2001 İNSAN HAKLARI İHLALLERİ RAPORU
ŞUBAT 1997 İNSAN HAKLARI İHLALLERİ RAPORU
MART 1997 İNSAN HAKLARI İHLALLERİ RAPORU
Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Komisyonu Raporu (2003)
Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Komisyonu Raporu
9 Haziran 2003
DÜNYADA VE AZINLIK KAVRAMI VE TANIMI
“Azınlık” kavramı dünyada 16. yüzyıldan bugüne kullanılmaktadır. Mutlakıyetçi krallık adı verilen yönetim biçimi kurulunca ve yaklaşık aynı zaman dilimi içinde dinsel azınlıklar ortaya çıkınca (Katolik krallıklarda Protestanlar, Protestan krallıklarda Katolikler) bu azınlıkların karşılıklı olarak korunması gerekmiş ve ancak o zaman azınlık kavramı ortaya çıkmıştır. 1789’dan sonra dinsel azınlıkların yanına bir de ulusal azınlık kavramı eklenecektir.
Avrupa devletleri bu azınlıkları korumayı kendi içlerinde hallettikten sonra kendi dışlarına dönmüşler ve Osmanlı İmparatorluğu içindeki gayrimüslimleri koruma ve bu sayede de Osmanlı’ya müdahale etme çabalarına girişmişlerdir. Sonuçta Avrupa ülkeleri birbirleriyle çatışmaya başlamışlar, böylece ortaya “Şark Meselesi” (Doğu Sorunu) çıkmıştır.
Bu uluslararası koruma çabaları önce tek taraflı koruma fermanları (ör. 1598 Nant Fermanı) ve ikili antlaşmalar (ör. 1699 Karlofça Antlaşması) biçiminde başlamış, 19. yüzyılda çok taraflı antlaşmalar (ör. 1856 Paris Antlaşması) evresine geçmiş ve nihayet 1920’de Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıyla “uluslararası örgüt güvencesinde azınlık koruması” dönemi açılmıştır. Dünya şu anda da bu evrededir ve uluslararası azınlık koruma mekanizması Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, AGİT gibi kuruluşların şemsiyesi altında yürümektedir.
TÜRKİYE’DE AZINLIK KAVRAMI, TANIMI, VE HAKLARI
Milletler Cemiyeti döneminden bu yana azınlık kavramının ölçütü üçlüdür: etnik, dilsel, dinsel azınlıklar. Bununla birlikte, Türkiye 1923 Lozan’da bunların üçünü de kabul etmemiş ve yalnızca gayrimüslim yurttaşların azınlık olduğunu ve dolayısıyla uluslararası azınlık korumasından yararlanabileceğini kabul ettirmiştir.
Bununla birlikte, aradan yaklaşık seksen yıl geçmiş olduğu ve bu arada dünyadaki azınlık kavramı, tanımı ve hakları büyük gelişme gösterdiği için Türkiye ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmaktadır. Üstelik, 1990’dan sonra azınlık hakları hem mekân hem de nitelik olarak daha da genişlemiş ve güçlenmiştir.
Bu sıkıntılar yalnızca Lozan’ın sınırlı tanımından kaynaklanmamaktadır. Türkiye, imzaladığı uluslararası sözleşmelere getirdiği bir tür rezervle (çekince, ihtirazi kayıt) daha da dar bir kalıp ileri sürmektedir. Bu “Yorum Beyanı”na göre, Türkiye, Lozan’ın yanı sıra 1982 Anayasasının kısıtlamalarını da uluslararası ortamda ileri sürmekte, katıldığı sözleşmelerde getirilen hakların Lozan’da kabul edilenler dışındakilere de getirilmesi ve 1982 Anayasası tarafından yasaklanan haklardan olması halinde uygulanmayacağını bildirmektedir. Hemen söylemek gerekir ki, bir anlaşmazlık halinde uluslararası toplum (mahkemeler, vs.) bu “Yorum Beyanı”nı geçersiz saymaktadır.
Türkiye’nin bu konudaki sıkıntılarını iki noktada özetleyebiliriz:
1) Türkiye’nin bu sınırlayıcı tutumu, dünyadaki eğilimlere gitgide ters düşmektedir. Artık eğilim, bir ülkede azınlık olup olmadığını o ülkeye sormamak ve eğer “etnik, dilsel, dinsel bakımdan farklılık gösteren ve bu farklılığı kimliğinin ayrılmaz parçası sayan” gruplar varsa, o devlette azınlık bulunduğunu kabul etmek yönündedir.
2) Türkiye Lozan’ı da gerektiği gibi uygulamamaktadır ve dolayısıyla Türkiye’nin bu kurucu antlaşmasının kimi hükümlerini dahi ihlal etmektedir.
Bir kere, gayrimüslimlere getirilmiş olan haklar tam olarak uygulanmamaktadır. Hem bu haklar yalnızca üç büyük azınlığa (Ermeni, Musevi, Rum) tanınmakta ve diğer gayrimüslimlere (ör. Süryaniler) tanınmamaktadır, hem de Lozan Kesim III’ün bu gayrimüslimler dışındakilere uluslararası koruma olmaksızın getirdiği haklar devlet tarafından görmezden gelinmektedir.
Birinci duruma örnek olarak, basında “1936 Beyannamesi” olarak ünlenen uygulama, ikinci duruma ise Lozan’ın 39/4 maddesi gösterilebilir. Bu madde, “bütün TC yurttaşları”na, “dilediği dili ticarette, açık ve kapalı toplantılarda, her türlü basın ve yayın araçlarında kullanma” hakkı getirmektedir. Yani bu kullanımın tek istisnası, resmî dairelerdir. Halbuki örneğin radyo ve TV’lerde kimse istediği dilde yayın yapamamaktadır.
Oysa, örneğin 39/4 uygulansa, örneğin Kürtçe yayın konusunun getirdiği sıkıntılı tartışmalar kendiliğinden sona erecektir. Böyle bir durum, Türkiye’nin dört açıdan çok işine yarayacaktır:
1) Türkiye çok yakın bir gelecekte, zaten bir yararını görmediği “Yorum Beyanı”ndan vazgeçmek zorunda kalacaktır. Bunu AB zoruyla değil, kendi iradesiyle yapması ulusal egemenlik kavramı açısından çok önemlidir ve bu da kendi kurucu antlaşması hükümlerini uygulamasıyla olacaktır.
2) Bir gün, kaçınılmaz olarak, herkes her dilde yayın yapabilecektir. Buna geçişte yeni yasalar çıkarmakla uğraşmak yerine, Lozan’ın zaten en az anayasa değerinde olan hükümlerinin uygulandığı gerekçesini ileri sürmek devlet için büyük kolaylık sağlayacaktır.
3) Türkiye’de uluslararası koruma altında azınlık yaratmamak açısından, bütün yurttaşlara mümkün olduğu kadar geniş özgürlükler verilmesi gerektiği açıktır ve bu madde “tüm TC yurttaşları”ndan söz etmektedir.
4) Türkiye’de devletin kendi insanına daha insanca muamele yapmasının, ülkede “birlik ve beraberlik” açısından çok yararlı olacağına kuşku yoktur. Çünkü “zorunlu yurttaş”lardan oluşan bir ülke zayıf bir ülkedir. İnsanları mutlu ederek onları “gönüllü yurttaş”lar haline getirmek bizzat devleti kuvvetlendirecektir.
TÜRKİYE’DE AZINLIK MEVZUATI VE UYGULAMASI
Türkiye’de azınlıkları ilgilendiren mevzuat, ülkedeki azınlık kavramı ve haklarından daha kısıtlayıcı durumdadır.
Bunun temel kaynağı, Anayasa’nın 3/1 maddesidir: “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir”.
Devletin bölünmez bütünlüğü son derece doğal ve tüm dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur. Fakat milletin bölünmez bütünlüğü kavramı bir Batılıya son derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak milletin tek parça (monolitik) olduğunu söylemektir ki, milleti oluşturan çeşitli alt-kimliklerin inkârı anlamına gelir ve dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır.
Diğer yandan, “[Türkiye Devletinin] Dili Türkçedir” ibaresini anlamak hepten imkansızdır, çünkü devletin dili olmaz. Resmî dili olur ve o ülkedeki yurttaşlar devletle ilişkilerinde bu resmî dili kullanmanın yanı sıra çeşitli diller konuşurlar.
Türkiye’deki mevzuat, demokrasinin “olmazsa olmaz” kuralı sayılan “alt-kimliklerin tanınması” halinde bu bütünlüğün bozulmak istendiğini varsaymaya ve dolayısıyla bunu yapanları “bölücülük/yıkıcılık”la suçlamaya yönelik bir mevzuattır. Terörle Mücadele Kanunu, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu, Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu, Dernekler Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu gibi önemli yasalarda “etnik ve dilsel farklılıklara dayanan azınlıkların var olduğunu ileri sürmek yoluyla azınlık yaratmak” şiddetle cezalandırılmaktadır.
Anayasa’nın ve yasaların sayısız maddesinde tekrarlanan “devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü” ilkesinin, ülkedeki demokrasiyi çok ciddi biçimde zedeleyen ve dolayısıyla hem devlete hem de millete zarar veren bir durum yarattığına kuşku yoktur.
TÜRKİYE’DE AZINLIKLARLA İLGİLİ ANAYASA MAHKEMESİ VE YARGITAY İÇTİHADI
Anayasa Mahkemesi ve Siyasal Parti Kapatma Kararları
Böyle bir mevzuat karşısında, Anayasa Mahkemesi’nin sık sık parti kapatma kararları aldığına rastlanmaktadır.
Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin, yorum yaparken, hukukun kimi temel kavramlarını gözardı ettiği ve dolayısıyla Türkiye’deki demokrasinin daha da zedelenmesine yol açtığı söylenebilir.
Nitekim, Mahkeme Mayıs 1980 TEP kapatma kararında, Türkiye’de gayrimüslim azınlıklara getirilen hakların Yunanistan’ca da kendi ülkesindeki Müslüman azınlıklara uygulanacağını söyleyen Lozan md.45’in bir “mütekabiliyet” maddesi olduğu bildirmiştir ki, bu bir mütekabiliyet değil, bir “paralel yükümlülük” maddesidir. Üstelik, insan hakları konusunda mütekabiliyet yasaktır (1969 BM Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi md.60/5).
Yine Mahkeme, Haziran 1994 DEP kapatma kararında “Sınırsız hakları sınırlı haklara, ulusun kendisi olmayı azınlık olmaya dönüştürmenin anlamsız” olduğunu söylerken, “negatif hak” (bütün yurttaşlara verilen haklar) ile “pozitif hak” (yalnızca dezavantajlı yurttaşlara verilen haklar) ayrımını gözardı etmiştir. Ayrıca, Mahkeme’nin bu ifadesi, çoğunluğa mensup yurttaşları birinci sınıf, azınlığa mensup yurttaşları ise ikinci sınıf addetmektedir.
Anayasa Mahkemesi yine TEP kapatma kararında önce farklı kimliklerin varlığından söz etmenin mümkün olduğunu söylemiş, ama hemen arkasından farklı kimlikler bulunduğunu söylemenin “zamanla bütünden kopma eğilimine” gireceğini ekleyerek eski tutumunu sürdürmüştür.
Bu antidemokratik tutum, Türkiye’de farklı etnik vs. kökende kişilerin varlığının tanınmasının, devletin parçalanmasına yol açacağı korkusundan kaynaklanmaktadır.
Yargıtay’ın Gayrimüslim Vakıfları Hakkındaki Kararları
Türkiye’deki gayrimüslim yurttaşlar ne yazık ki “yabancı” olarak algılanmaktadır. Fakat, halk arasında böyle bir yanlışın yapılmasının yanı sıra, “1936 Beyannamesi” adıyla tanınan gayrimüslim vakıfları sorununda verdiği kararlarla Yargıtay’ın da bu ciddi yanlışa düştüğü (ve hatta bu yanlışta ısrar ettiği) görülmüştür.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 1974 yılında verdiği kararda “...yabancıların Türkiye’de mal edinmeleri yasaklanmış olup...” demek suretiyle, bir gayrimüslim Türk kuruluşu olan Balıklı Rum Hastanesi Vakfı’nın mal edinemeyeceğine karar vermiştir. Savunma avukatlarının bu yanlışlığı belirtmeleri üzerine aynı Kurul bu sefer “Davalı mülhak vakfın Türk vatandaşları tarafından kurulmuş olmasına karşın onama kararında ‘yabancıların Türkiye’de taşınmaz mal edinmelerini yasaklayan yasalardan söz edilmesi’ bir yanılgı sonucudur” demiş ve ilave etmiştir: “[Bu nedenle o tümcenin] düzeltme yoluyla ilamdan çıkartılmasına, bunun dışında... düzeltme isteğinin reddine...”. Yani, Yargıtay yanlışta ısrarlıdır. Fakat böyle yanlışlar millet kavramına çok zarar verici ve Türkiye’yi uluslararası ortamda küçük düşürücü niteliktedir.
Bu “1936 Beyannamesi” konusu 02 Ocak 2003’te çıkartılan Dördüncü AB Uyum Paketi’ne sokularak düzeltilmişse de, uygulamada haksızlık bugün de olduğu gibi devam etmektedir. Nitekim Temmuz 2003’te çıkartılacağı bildirilen Altıncı Uyum Paketi’nde aynı husus yinelenmek zorunda kalınmıştır.
SONUÇ: TÜRKİYE’DE AZINLIKLARLA İLGİLİ DURUMUN TEMELLERİ
İncelediğimiz bu azınlıklar konusunun Türkiye’de çok dar ve çok yanlış bir açıdan ele alındığı açıktır. Bu açının temel direkleri şöyle özetlenebilir:
1) Türkiye, azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmelerini izlemek yerine, 1923 yılına takılıp kalmakta, üstelik 1923 Lozan’ı da yanlış/eksik yorumlamaktadır.
2) Azınlığın farklı kimliğinin kabulü ile azınlık hakları vermek aynı şey sayılmakta/sanılmaktadır. Oysa birincisi objektif bir durumdur, ikincisi ise devletin bileceği iştir.
3) Demokrasi anlamına gelen “iç self-determinasyon” ile parçalanma anlamına gelen “dış self-determinasyon” aynı şey sanılmakta ve sonuçta farklı kimliklerin tanınması ile devletin parçalanması aynı şey sayılmaktadır.
4) Millet konusunda teklik ile birlik aynı şey sayılmakta/sanılmakta ve birincinin ikinciyi gitgide tahrip etmekte olduğunun farkına varılmamaktadır.
5) Bir millet olarak Türklerden söz ederken, “Türk” teriminin aynı zamanda bir etnik grup anlamına geldiği görülmemektedir.
Bu durumların ortaya çıkmasının, biri kuramsal diğeri de tarihsel/siyasal olmak üzere iki temeli vardır.
Kuramsal Neden: Türkiye Cumhuriyeti’nde Alt-Üst Kimlik İlişkisi
Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra onun yerine geçerken, onda bulunan alt-kimlikleri (çeşitli etnik, dinsel, vs. grupları) olduğu gibi tevarüs etmiştir. Fakat İmparatorluk’daki üst-kimlik (devletin yurttaşına verdiği kimlik) “Osmanlılık” iken, Türkiye Cumhuriyeti’nde “Türklük” olarak ortaya çıkmıştır. Bu durumda, alt-kimliklerden bir tanesi aynı zamanda üst-kimlik olarak belirmiştir ki, bu durum, diğer alt-kimlikleri yabancılaştırıcı niteliktedir. Eğer bu üst-kimlik “Türkiyelilik” olsaydı, bu durum ortaya çıkmazdı. Çünkü “toprak” esasına dayanan bu üst-kimlik bütün alt-kimlikleri eşit biçimde kucaklayacak ve işin içine etnik, dinsel vs. özellikleri karıştırmamış olacaktı.
Nitekim, “Türklük” biçimindeki üst-kimlik soy ve hatta din özellikleri taşımaktadır. Ör. “Yurt dışındaki soydaşlarımız” dendiği zaman Türk etnik kökenden olanlar kastedilmektedir. Diğer yandan “Türk” sayılabilmek için ayrıca “Müslüman” olmak gerektiği, gayrimüslim yurttaşlarımıza “Türk” değil “vatandaş” denmesinden de bellidir. Türkiye’de hiç kimse bir Rum yurttaştan söz ettiği zaman “Türk” dememektedir, çünkü Müslüman olmayan bir yurttaştan söz etmektedir.
Bu durum gerek yakın tarihte gerekse bugün rahatsız edici boyutlara ulaşmıştır. 1940’lara kadar gayrimüslim yurttaşlar “ecanip” (yabancılar) defterine kaydedilmişlerdir. 1942 Varlık Vergisi “G” (gayrimüslim) cetveli uygulayarak bu yurttaşlardan Müslümanlara oranla çok daha fazla vergi almıştır. Aralık 1988 tarihli “Sabotajlara Karşı Koruma Yönetmeliği”nde hangi kategorilerin sabotaj yapabilecekleri sıralanırken, gayrimüslim TC yuttaşlarının da “Memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebalı)” denerek anıldığı çok kimsenin bilmediği bir husustur. 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun 24/1 maddesi gereği yabancıların kurduğu okullara “Türk asıllı TC yurttaşı” müdür başyardımcısı atamak kuralı, gayrimüslim TC yurttaşlarının (azınlıkların) okullarına da aynen uygulanmaktadır.
Son olarak, 1936 Beyannamesi kaldırıldığı halde, Surp Haç Ermeni Lisesi Vakıfı’na Hazine’nin Şubat 2003’te açtığı davada “İçişleri Bakanlığı Azınlık Tali Komisyonu” kararına dayanmış olması, tek kelimeyle vahim bir durumu yansıtmaktadır. Türkiye’de dinleri çoğunluktan farklı (gayrimüslim) olan yurttaşların malları söz konusu olduğunda böyle bir Komisyon söz sahibi olmaktadır ki, etnik ve dinsel ayrımcılık konusunda bundan daha dorukta bir örnek vermek herhalde zordur.
Tarihsel ve Siyasal Neden: Sevr Sendromu
1990’ların başında Türkiye’nin parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu hususunda bir “Sevr Sendromu”nun yaşandığı bilinmektedir. Fakat böyle bir havanın bugün de ileri sürülmesi ve bir “paranoya” haline gelmiş olması rahatsız edici ve milleti zayıflatıcı bir durumdur. Bugün Doğu Karadeniz’de bir Pontus Devleti’nin kurulacağından, Dönmelerin Türkiye’yi idare ettiğinden, Fener Patrikhanesinin İstanbul’da bir tür Vatikan devleti kuracağından söz edenler böyle bir havayı yaratmaya özen göstermektedirler.
Bu türden bir atmosfer, Türkiye’deki en masum kimlik taleplerini bile Türkiye’nin parçalanmak istendiği biçimde yorumlamakta ve anında bastırmaktadır. Bu durum, aynı zamanda, büyük Batılı ülkelerin müdahalesini de davet etmektedir, çünkü Türkiye’nin AB’ye girebilmek için kendi imzasıyla rıza gösterdiği demokrasiye aykırılık oluşturmaktadır. Kendi yurdunda böyle bir paranoyayla demokrasiyi geciktirmek, Türkiye’ye hizmet değildir. Özellikle Kürtçe’nin kullanılması konusunda getirilmek istenen reformlar söz konusu olduğunda, hemen Türkiye’nin parçalanacağından söz edilmekte, bunun terörü canlandıracağı söylenmekte, her türlü reform böyle bir paranoya havası içinde engellenmek istenmektedir. Oysa, bunu yapanlar, reformlar engellendiği takdirde kimi çevrelerin terörü tekrar tek alternatif olarak algılamaya sürüklenebileceğini görmemektedirler.
Bununla birlikte, AB’ye hazırlık süreci, Türkiye’deki azınlık hakları konusunu herşeye rağmen çok olumlu bir sürece sokmuştur. Bu süreç, 1920 ve 30’larda Kemalizm’in ülkeyi çağdaşlaştırmak için “yukarıdan devrim”le yaptığı hukuk reformlarının doğrudan devamı niteliğindedir.
Fakat, nasıl bu yıllarda Kemalist yukarıdan devrime aşağıdan yukarıya şiddetli tepkiler (“irtica”) gelmişse, bugün de bu Uyum Paketlerine tepki gelmektedir. Bu “Sevr Paranoyası”nın beslediği zihniyet, reformlara şiddetle direnmektedir.
Fakat Türkiye’deki mevzuatı çağdaşlaştırmamak yüzünden AİHM’nin artık Yargıtay üzerinde bir temyiz mahkemesine dönüştüğü ve AİHS’nin ihlali olarak görülen ulusal mahkeme kararlarının tekrar dava konusu yapılmasının mümkün kılındığı bir Türkiye’de zaman zaman geriye gitme çabaları görülse de, artık buradan geriye dönüş zor gözükmektedir.
10 Eylül 2008 Çarşamba
Çapraz Ateş / Abdülkadir Aygan
BİNBAŞI CEM ERSEVER VE BİNBASI ARİF DOĞAN’DAN GELEN TEKLİF, SİLVAN VE DİYARBAKIR`A GİDİŞİM
Kars‘ta askerliğe devam ederken, birgün tugaydaki pentatlon yarışlarından bölüğe döndüğümde, telefon santralcısı asker bana bir not verdi. Notta Cem Ersever ve Arif Doğan adlı binbaşıların adı yazılıydı. Cem Ersever`i 1985 yılında Siirt`te sorgudayken tanımıştım fakat, diğer ismi tanıyamamıştım. Nottaki telefon numarasını aradığımda, karşıma Arif Doğan binbaşı çıktı. Kendisini tanıştırdıktan sonra Cem binbaşı vasıtasıyla beni giyaben tanıdığını, istediğim halde, askerliğimi kendilerinin görev yaptıkları Diyarbakır`da tamamlamam için yardımcı olabileceklerini söyledi.
Ben de bu teklifi cazip buldum. Çünkü; Kars çok soğuktu ve ailemden çok uzaklardaydım. Bana yol masrafı için 150 bin liralık banka havalesi göndereceklerini, yer değiştirme işlemimi de genelkurmaydan halledeceklerini söyleyip telefonu kapattı.
Aradan kısa bir süre geçince, Arif Doğan binbaşının bahsettiği para havalesi geldi. O sırada bir de Genel Kurmay’dan benim Diyarbakır-Silvan`da bulunan Jandarma Er Eğitim Alayı’na sevk emrim geldi.
Bulunduğum askeri birlikten ilişkim kesilip, Kars`tan Osmaniye`de bulunan ailemin yanına gittim. Bana birkaç günlük yol hakkı ve izin verilmişti. İznim bittince, Silvan`daki yeni birliğime gittim.
Jandarma acemi er eğitiminden sonra Diyarbakır´daki Jandarma Asayiş Komutanlığı emrine verilecektim. Silvan`da benden başkaca eski PKK`li olarak Ali Ozansoy, Hüseyin Tilki, Adil Timurtaş, Hayrettin Toka, Recep Tiril ve Fethi Çetin de vardı. Eğitim saatleri dışında alaydaki yemekhanelerde bir araya gelip hem çay içiyor hem de geçmisteki günlerimizden ve ilerisi için neler düşündüğümüzü konuşuyorduk. Hayrettin Toka çok şakacıydı. Devamlı olarak Adil`e takılıp bizi güldürüyordu. Ozansoy ve Tiril ciddi pozlardaydılar. Fazla konuşmuyorlardı.
Ara sıra Batman JİTEM tim komutanı Abdülkerim Kırca yanımıza gelip bizi ziyaret ediyordu. Hal hatırımızı sorup, gelecekle ilgili düşüncelerimiz hakkında nabzımızı yokluyordu.
İki aylık acemi eğitimi ve adaptasyon devresinden sonra bizi Diyarbakır`daki Asayiş Komutanlığı emrine verdiler. Gitmeden önce alay komutanı albay Arslan Baytöre, hepimizin saçını bir numaraya vurdurmuştu. Sonradan bunu Cem Ersever`e olan gıcığından dolayı yaptığını öğrendik. Halbuki geriye kalan askerliğimizi sivil olarak yapacağımız bize söylenmişti.
Dağıtımdan sonra, hepimize onar günlük izin verildi. Herkes evine gidip ailesini ziyaret ettikten sonra, tekrar Diyarbakır`daki yeni birliğimize döndük.
Yeni görev yerim, Şehitlik semtindeki Olağanüstü Hal Valiliği binasının bitişiğinde bulunan iki katlı eskiden DSİ`ye ait küçük binada idi.
Karargah ve servis bölüğü emrine verilmiştik. Fakat sivil olarak, Jitem Grup Komutanlığında çalışacaktık.
Gerekli işlemlerden sonra JİTEM grup komutanı Cem Ersever bizi karşısına alıp, hal hatır sorduktan sonra asker olarak kendisiyle birlikte, teröre karşı görev yapacağımızı söyledi. Hem zorunlu askerligimizi istenilen yerde yapmaya mecburduk, hem de zaten hepimiz “terör örgütlerinin hedefi durumundaydık”. Bu yüzden verilen emirleri yerine getirmekten başka bir seçeneğimiz yoktu. Örgüte göre „zaten biz ezelden beri birer ajan ve hain idik“. Biz „itirafçı” olarak adlandırılanlar...
BİNBAŞI CEM ERSEVER VE BİNBASI ARİF DOĞAN’DAN GELEN TEKLİF, SİLVAN VE DİYARBAKIR`A GİDİŞİM
Kars‘ta askerliğe devam ederken, birgün tugaydaki pentatlon yarışlarından bölüğe döndüğümde, telefon santralcısı asker bana bir not verdi. Notta Cem Ersever ve Arif Doğan adlı binbaşıların adı yazılıydı. Cem Ersever`i 1985 yılında Siirt`te sorgudayken tanımıştım fakat, diğer ismi tanıyamamıştım. Nottaki telefon numarasını aradığımda, karşıma Arif Doğan binbaşı çıktı. Kendisini tanıştırdıktan sonra Cem binbaşı vasıtasıyla beni giyaben tanıdığını, istediğim halde, askerliğimi kendilerinin görev yaptıkları Diyarbakır`da tamamlamam için yardımcı olabileceklerini söyledi.
Ben de bu teklifi cazip buldum. Çünkü; Kars çok soğuktu ve ailemden çok uzaklardaydım. Bana yol masrafı için 150 bin liralık banka havalesi göndereceklerini, yer değiştirme işlemimi de genelkurmaydan halledeceklerini söyleyip telefonu kapattı.
Aradan kısa bir süre geçince, Arif Doğan binbaşının bahsettiği para havalesi geldi. O sırada bir de Genel Kurmay’dan benim Diyarbakır-Silvan`da bulunan Jandarma Er Eğitim Alayı’na sevk emrim geldi.
Bulunduğum askeri birlikten ilişkim kesilip, Kars`tan Osmaniye`de bulunan ailemin yanına gittim. Bana birkaç günlük yol hakkı ve izin verilmişti. İznim bittince, Silvan`daki yeni birliğime gittim.
Jandarma acemi er eğitiminden sonra Diyarbakır´daki Jandarma Asayiş Komutanlığı emrine verilecektim. Silvan`da benden başkaca eski PKK`li olarak Ali Ozansoy, Hüseyin Tilki, Adil Timurtaş, Hayrettin Toka, Recep Tiril ve Fethi Çetin de vardı. Eğitim saatleri dışında alaydaki yemekhanelerde bir araya gelip hem çay içiyor hem de geçmisteki günlerimizden ve ilerisi için neler düşündüğümüzü konuşuyorduk. Hayrettin Toka çok şakacıydı. Devamlı olarak Adil`e takılıp bizi güldürüyordu. Ozansoy ve Tiril ciddi pozlardaydılar. Fazla konuşmuyorlardı.
Ara sıra Batman JİTEM tim komutanı Abdülkerim Kırca yanımıza gelip bizi ziyaret ediyordu. Hal hatırımızı sorup, gelecekle ilgili düşüncelerimiz hakkında nabzımızı yokluyordu.
İki aylık acemi eğitimi ve adaptasyon devresinden sonra bizi Diyarbakır`daki Asayiş Komutanlığı emrine verdiler. Gitmeden önce alay komutanı albay Arslan Baytöre, hepimizin saçını bir numaraya vurdurmuştu. Sonradan bunu Cem Ersever`e olan gıcığından dolayı yaptığını öğrendik. Halbuki geriye kalan askerliğimizi sivil olarak yapacağımız bize söylenmişti.
Dağıtımdan sonra, hepimize onar günlük izin verildi. Herkes evine gidip ailesini ziyaret ettikten sonra, tekrar Diyarbakır`daki yeni birliğimize döndük.
Yeni görev yerim, Şehitlik semtindeki Olağanüstü Hal Valiliği binasının bitişiğinde bulunan iki katlı eskiden DSİ`ye ait küçük binada idi.
Karargah ve servis bölüğü emrine verilmiştik. Fakat sivil olarak, Jitem Grup Komutanlığında çalışacaktık.
Gerekli işlemlerden sonra JİTEM grup komutanı Cem Ersever bizi karşısına alıp, hal hatır sorduktan sonra asker olarak kendisiyle birlikte, teröre karşı görev yapacağımızı söyledi. Hem zorunlu askerligimizi istenilen yerde yapmaya mecburduk, hem de zaten hepimiz “terör örgütlerinin hedefi durumundaydık”. Bu yüzden verilen emirleri yerine getirmekten başka bir seçeneğimiz yoktu. Örgüte göre „zaten biz ezelden beri birer ajan ve hain idik“. Biz „itirafçı” olarak adlandırılanlar da kendimizi korumak için bir yere dayanmak zorundaydık. Ve zaten örgütü, Kürd halkına zarar veren bir organizasyon olarak görüyorduk. Bu yüzden de onunla mücadele etmek şarttı.
Hepimize bölge valiliği bütçesinden yeni sivil elbiseler alındı. Kendimizi korumamız için birer Smith Wesson marka toplu tabanca verildi. Tabancalar hoşumuza gitmese de taşımaktan başka çaremiz yoktu. Sivil giyimliydik fakat, resmi askerlerle aynı koğuşlarda kalıyor, aynı yemekhaneyi kullanıyorduk.
O esnada saraykapı denilen yerde alay komutanlığı binasında kalan JİTEM Tim Komutanlığı vardı. JİTEM Grup Komutanı Cem Ersever, yardımcısı ise, binbaşı Aytekin Özen (Celil Binbaşı) idi. 1991 yılında toplu tabancalar bizden alınıp yerine astra tabancalar verildi.
Bir-iki aylığına geçici görevle beni Urfa`daki JİTEM birimi emrine verdiler.
Ben Urfa`da iken Ankara`dan gruplar komutanı Albay Veli KÜÇÜK, birimi denetlemeye geldi. Sivil ve pala bıyıklıydı. Urfa`ya hangi amaçla geldiğini bilmiyorum fakat sadece üç-dört kişilik bir birimi denetlemeye gelmiş olacağını sanmıyorum. Ankara`dan Urfa`ya başka önemli işlerinden dolayı gelmiş olduğunu düşünüyorum.
Urfa`daki JİTEM biriminin başında, yüzbaşı Murat Kırkaya vardı. Bu komutanın emrinde de Adnan Erdeve ve Mehmet adlı basçavuşlar, bir uzman çavuş ve iki-üç asker vardı. Murat yüzbaşı benden, bu bölgede istihbarat elemanı temin etmemi istiyordu. Kendisini Nizip`te oturan ve cezaevinden çıktıktan sonra MİT`le çalışan Hüseyin Karakuş`un evine götürdüm. Bu şahıs JİTEM`le çalışmayı kabul etmedi. Çünkü halen MİT`in elemanı olduğunu söyledi. Uzun yıllardan sonra Hüseyin`le Nizip`te tekrar karşılaştığımda bu şahsın, bağ-bahçe ve ev aldığını, şahsına ait bir nakliyat şirketi kurduğunu, ayrıca şehir merkezinde bir de bilardo salonu açmış olduğunu tesbit ettim.
Murat yüzbaşı beni yanına alarak Urfa`nın birçok ilçesinde eleman temini için gezdirdi. Fakat başka kimseyi kendisiyle tanıştırmadım.
Urfa`da iki ay kaldıktan sonra tekrar Diyarbakır`daki görev yerime döndüm.
Ersever ve yardımcısı Özen Binbaşı bana istersem evimi Diyarbakır`a getirebilecegimi söyleyince gidip Nizip`teki evimi Şehitlik semtine getirdim. Askerlik yaptığım yerin bir iki sokak yakınında bir ev kiraladım.
Adil Timurtaş da eşini Denizli’den Diyarbakır`a taşıdı. Ev kiramızı ve birçok giderleri Cem Ersever`in Bölge valisi Hayri Kozakcıoğlu`ndan aldığı ödenekle karşılıyorduk.
Cezaevinden çıkan bazı itirafçılar da Diyarbakır Jandarma Komutanlığında askerdiler. Kemal Emlük, Hasan Adak, Murat Aydın, Halit Çelik, Adem Yakın vb. Saraykapı’da askerlik yapıyorlardı. Bunlar albay İsmet Yediyıldız`ın emrinde askerlik yapıyorlardı. O sırada bunların JİTEM´le ilişkileri yoktu.
Geçmişte kaçakçılık suçundan sabıkalı Mardinlı Necat Söyler`in oğlu, Murat Söyler`de bizimle birlikte JİTEM’de askerliğini yapmıştı. Birgün Cem beni, İbrahim Babat’ı ve Fethi Çetin`i makamına çağırıp özel olarak görüştü. Bizi,Tekirdağ`da Export-İmport işleriyle uğraşan Necat Söyler`in yanına gönderiyordu. Yukarıdakilere bizim geçici dış göreve gönderildiğimiz rapor edilecekti. Yol masraflarımız verilerek Tekirdağ`a gönderildik. Orada Necat Söyler`in yazıhanesine gittik. Askerden yeni terhis olan Murat Söyler bizi karşıladı. Sonra babası Necat Söyler`le görüştürdü. Necat Söyler bize burada yapmamız gereken bir görevin olduğunu söyledi.Kendisinin “ticaret” işine engel olmaya çalısan bir firmanın imalathanesine bomba ile zarar vermemiz veya rakip firmanın sahibini silahlı bir eylemle, safdışı bırakmamız isteniyordu. Biz zaten Ersever`in askeriydik bize ne emir verilse yapacaktık.
Görüşmeden sonra Necat Söyler oğlu Murat`a içi para ile dolu bir zarfı vererek “Oğlum git, arkadaşlarını bu gece gezdir, eğlendir, sonra da filanca otelde misafir et, yarın tekrar görüşürüz” dedi.
O gece “askerlik arkadaşımız” Murat Söyler, bizi Tekirdağ`ın dışındaki bir kır gazinosuna davet etti. Geç saatlere kadar yedik , içtik ve eğlendik.
Fethi Çetin adlı arkadaşımız alkolün etkisiyle rahatsızlanınca kalkıp arabayla otele gittik. Yatacağımız otel Tekirdağ Emniyet Merkez Amirliği’nin bitişiğindeydi. Bize iki oda ayrılmıştı. Bir odada ben ve Fethi Çetin, diğer odada ise, İbrahim Babat ve Murat Söyler kalacaktı. Fethi rahatsızlandığından dolayı duş yapmaya girince tabancasını masanın üzerine bırakmıştı. Bir süre sonra cep telefonuyla konuşan Murat odamıza geldi. Telefonda sinirli sinirli konuşuyordu. Sonra masanın üzerinde bulunan tabancayı alıp, odanın penceresinden dışarıya doğru beş-altı el ateş etti. Elinden tabancayı aldık ve sakinleştirmeye çalıştık. Telefonda görüştüğü kişinin Murat`ın kız arkadaşı olduğunu anladık. Aradan 10-15 dakika geçince otel görevlileri gelip ne olup bittiğini öğrenmeye çalıştı.
Görevliye arkadaşımızın silahının kazaran ateş aldığını söyledik. Yarım saat sonra odanın kapısı çaldı. Kapıyı açınca karşımızda polisleri gördük. Asker kişiler olduğumuzu, istihbarat görevlisi olduğumuzu söyledikse de fayda etmedi. Polisler kendileriyle birlikte karakola gitmemiz gerektiğini, mahalle sakinlerinin telefonla şikayette bulunduklarını söyledi. Karakola gittiğimizde kimliğimiz araştırıldı ve silahlarımızı kendilerine teslim etmemiz istendi. İnzibat merkezinden de bir rütbeli gelip bizimle ve amirle görüştü. Diyarbakır`daki Jandarma Asayiş Komutanlığı, Kurmay Başkanı Albay Kurtuluş Öğün`le telefon görüşmesi yapıldı. Emniyet amiri tarafından otele dönüp kalmamız ve ertesi gün tekrar karakola gelmemiz istendi.
Ertesi gün Emniyet amirliğine gittik. Cumartesi günüydü. Normal mesai yoktu. Karakolda sadece bir amir ve iki-üç polis memuru vardı. Amir biraz tatlı, biraz sert konuşmalarla bize nasihat ettikten sonra silahlarımızı iade etti.
Necat Söyler olayı duyunca oğlu Murat`a sinirlenerek “sen benim düşmanım mısın? Niçin otelde silah patlattın, işimizi berbat ettin” diyerek azarladı.
O saatten sonra Tekirdağ`da kalıp birşey yapmamızın riskli olacağına karar verilmiş olacak ki Cem Ersever tarafından Diyarbakır`a çağrıldık.
O dönemde Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Olağanüstü bölge valisi Hayri Kozakçıoğlu, alay komutanı ise İsmet Yediyıldız idi. Henüz resmen asker iken, bizi Diyarbakır çevresinde bir çok kez göreve götürdüler. Bazen özel kuvvetlerle birlikte gönderip arazide günlerce pusu da bekletiyorlardı. Bazen de sadece JİTEM mensuplarından oluşturulan bir grup halinde araziye gönderiyorlardı.
Araziye götürüldüğümüzde kaleşnikof, roketatar, el bombaları ve gece görüş dürbünleri veriliyordu. Telsizleri ise başımızdaki rütbeli tim komutanı kullanıyordu. Bu faaliyet, çevredeki yerel muhbirlerin verdiği duyum ve ihbarlara göre gerçeklestiriliyordu. Arazi ve köy çevrelerindeki bu faaliyetler esnasında hiçbir çatışma yaşanmadı. Bu gece görevlerine Cem Binbaşı’nın yanında kalan ve sivil olan İbrahim Babat (Mete) de katılıyordu.
1990 da, Mardin`in Akarsu bucağından Hatice Elmas, Mardin JİTEM tim komutanı tarafından Diyarbakır`a getirildi. Bu genç bayan, daha önce PKK içinde faaliyet gösterirken, babası onu örgütten kaçırıp, batıya götürmüştü. Bir süre sonra köydeki evlerine döndüklerinde, bir gece PKK`lılar gelip evdeki herkesi uzun namlulu silahlarla tarıyorlar. Bu eylem esnasında, Hatice`nin babası, annesi ve ablası hayatını kaybediyorlar. Hatice ise elinden yaralı olarak kurtuluyor. Ailenin en küçük kızı ve iki oğlu da yatakların altına saklanarak baskından sağ olarak kurtuluyorlar. Aile büyüklerini PKK saldırısında kaybeden ve akrabaları bile sahip çıkmayan bu kıza Cem Ersever sahip çıktı.
Bölge valiliğinden aldığı parasal imkanlarla bir kamyon kiralanarak gidip evini Diyarbakır`a getirdik. Şehitlik semtinde bir ev kiralanarak buraya yerleştirildiler. Akarsu`dan ev eşyalarını almaya Aytekin Özen`in komutasında biz gitmiştik. Sadece Hatice Elmas`ın yaşlı ninesi yanımıza geldi ve dakikalarca ağıt yakıp ağladı. Amcası ve diğer köylüler yanımıza gelmediler.
Elmas ailesinin geride bir evi, tarlaları ve bir ineği kalmıştı. Komşularına bu ineği satın almalarını söylediğimizde önce kimse talip olmadı. Fakat Aytekin Özen binbaşı biraz üsteleyince çok ucuz bir fiyatla, köyde kasaplık yapan bir şahıs ineği satın almak zorunda kaldı.
Hatice Elmas`in evine baskın yapan PKK`li grupta amcası Felemez Elmas`ın oğlu Guri Elmas da yer almıştı.
Elmas ailesinin akibeti, hepimizi üzmüş ve örgüte karşı daha fazla kin duymaya sevketmişti. Henüz 15 yaşında olan Hatice, 13 yaşında olan Serdar ve 10 yaşındaki Sibel adlı bu gencecik insanlar intikam almak amacıyla, PKK`dan ayrılmanın bedeli olarak, PKK`li militanlarca öksüz ve yetim bırakılmışlardı. Hem de öz akrabalarından birisi, amca çocuğu olan bir millitan onların ocağını söndürmüştü.
Fethi rahatsızlandığından dolayı duş yapmaya girince tabancasını masanın üzerine bırakmıştı. Bir süre sonra cep telefonuyla konuşan Murat odamıza geldi. Telefonda sinirli sinirli konuşuyordu. Sonra masanın üzerinde bulunan tabancayı alıp, odanın penceresinden dışarıya doğru beş-altı el ateş etti. Elinden tabancayı aldık ve sakinleştirmeye çalıştık. Telefonda görüştüğü kişinin Murat`ın kız arkadaşı olduğunu anladık. Aradan 10-15 dakika geçince otel görevlileri gelip ne olup bittiğini öğrenmeye çalıştı.
Görevliye arkadaşımızın silahının kazaran ateş aldığını söyledik. Yarım saat sonra odanın kapısı çaldı. Kapıyı açınca karşımızda polisleri gördük. Asker kişiler olduğumuzu, istihbarat görevlisi olduğumuzu söyledikse de fayda etmedi. Polisler kendileriyle birlikte karakola gitmemiz gerektiğini, mahalle sakinlerinin telefonla şikayette bulunduklarını söyledi. Karakola gittiğimizde kimliğimiz araştırıldı ve silahlarımızı kendilerine teslim etmemiz istendi. İnzibat merkezinden de bir rütbeli gelip bizimle ve amirle görüştü. Diyarbakır`daki Jandarma Asayiş Komutanlığı, Kurmay Başkanı Albay Kurtuluş Öğün`le telefon görüşmesi yapıldı. Emniyet amiri tarafından otele dönüp kalmamız ve ertesi gün tekrar karakola gelmemiz istendi.
Ertesi gün Emniyet amirliğine gittik. Cumartesi günüydü. Normal mesai yoktu. Karakolda sadece bir amir ve iki-üç polis memuru vardı. Amir biraz tatlı, biraz sert konuşmalarla bize nasihat ettikten sonra silahlarımızı iade etti.
Necat Söyler olayı duyunca oğlu Murat`a sinirlenerek “sen benim düşmanım mısın? Niçin otelde silah patlattın, işimizi berbat ettin” diyerek azarladı.
O saatten sonra Tekirdağ`da kalıp birşey yapmamızın riskli olacağına karar verilmiş olacak ki Cem Ersever tarafından Diyarbakır`a çağrıldık.
O dönemde Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Olağanüstü bölge valisi Hayri Kozakçıoğlu, alay komutanı ise İsmet Yediyıldız idi. Henüz resmen asker iken, bizi Diyarbakır çevresinde bir çok kez göreve götürdüler. Bazen özel kuvvetlerle birlikte gönderip arazide günlerce pusu da bekletiyorlardı. Bazen de sadece JİTEM mensuplarından oluşturulan bir grup halinde araziye gönderiyorlardı.
Araziye götürüldüğümüzde kaleşnikof, roketatar, el bombaları ve gece görüş dürbünleri veriliyordu. Telsizleri ise başımızdaki rütbeli tim komutanı kullanıyordu. Bu faaliyet, çevredeki yerel muhbirlerin verdiği duyum ve ihbarlara göre gerçeklestiriliyordu. Arazi ve köy çevrelerindeki bu faaliyetler esnasında hiçbir çatışma yaşanmadı. Bu gece görevlerine Cem Binbaşı’nın yanında kalan ve sivil olan İbrahim Babat (Mete) de katılıyordu.
1990 da, Mardin`in Akarsu bucağından Hatice Elmas, Mardin JİTEM tim komutanı tarafından Diyarbakır`a getirildi. Bu genç bayan, daha önce PKK içinde faaliyet gösterirken, babası onu örgütten kaçırıp, batıya götürmüştü. Bir süre sonra köydeki evlerine döndüklerinde, bir gece PKK`lılar gelip evdeki herkesi uzun namlulu silahlarla tarıyorlar. Bu eylem esnasında, Hatice`nin babası, annesi ve ablası hayatını kaybediyorlar. Hatice ise elinden yaralı olarak kurtuluyor. Ailenin en küçük kızı ve iki oğlu da yatakların altına saklanarak baskından sağ olarak kurtuluyorlar. Aile büyüklerini PKK saldırısında kaybeden ve akrabaları bile sahip çıkmayan bu kıza Cem Ersever sahip çıktı.
Bölge valiliğinden aldığı parasal imkanlarla bir kamyon kiralanarak gidip evini Diyarbakır`a getirdik. Şehitlik semtinde bir ev kiralanarak buraya yerleştirildiler. Akarsu`dan ev eşyalarını almaya Aytekin Özen`in komutasında biz gitmiştik. Sadece Hatice Elmas`ın yaşlı ninesi yanımıza geldi ve dakikalarca ağıt yakıp ağladı. Amcası ve diğer köylüler yanımıza gelmediler.
Elmas ailesinin geride bir evi, tarlaları ve bir ineği kalmıştı. Komşularına bu ineği satın almalarını söylediğimizde önce kimse talip olmadı. Fakat Aytekin Özen binbaşı biraz üsteleyince çok ucuz bir fiyatla, köyde kasaplık yapan bir şahıs ineği satın almak zorunda kaldı.
Hatice Elmas`in evine baskın yapan PKK`li grupta amcası Felemez Elmas`ın oğlu Guri Elmas da yer almıştı.
Elmas ailesinin akibeti, hepimizi üzmüş ve örgüte karşı daha fazla kin duymaya sevketmişti. Henüz 15 yaşında olan Hatice, 13 yaşında olan Serdar ve 10 yaşındaki Sibel adlı bu gencecik insanlar intikam almak amacıyla, PKK`dan ayrılmanın bedeli olarak, PKK`li militanlarca öksüz ve yetim bırakılmışlardı. Hem de öz akrabalarından birisi, amca çocuğu olan bir millitan onların ocağını söndürmüştü.
Şimdi de, devlet onlara sahip çıkıyordu. Örgütün korkusundan öz akrabaları bile bu çocuklara sahip çıkamıyordu. Bu şartları yaşayan bu çocuklar tabi ki büyüyünce birer Kürd düşmanı olup karşımıza çıkacaklardı.
Cem Ersever, İstile (Akarsu’nun Kürdçe adı)’li Hatice Elmas`ı kendisinin manevi kızı gibi gördüğünü söylüyordu. Hemen hemen her akşam mesaiden sonra kapı komşumuz olan Hatice ve kardeşlerinin evine gelip saatlerce kalıyordu. Bu durum çevredeki komşuların dikkatini çekiyordu. Hatta birçok itirafçının eşleri bunu kendi aralarında dedikodu malzemesi yapıyordu.
Hatice o sıralar 15-16 yaşlarında genç bir kızdı. Bir subayın kendisiyle çok yakından ilgilenmesi ve evine gelip geç saatlere kadar kendi evindeymiş gibi rahatça kalip hareket etmesi hoş karşılanmıyordu.
1992 yılında Hatice Elmas`ın da memuriyeti onaylanarak benim yanımda JİTEM’de görevlendirildi. Serdar ve Sibel adlı küçük kardeşleriyle, silahlı baskından sağ ve yaralı olarak kutulabilmişlerdi fakat, babasız ve annesiz kalmışlardı. Örgütün korkusundan dolayı, akrabaları da bu çocuklara sahip çıkamıyorlardı.
Bir süre sonra Hatice ve JİTEM’de işçi olarak görev yapan, eski PKK`li ve aslen Şırnak-Kırkkuyu Köyünden olan Hasan Adak evlendiler.
PKK`NIN BATMAN CEPHE KADROSU SELAHATTİN GÖRGÜLÜ'NÜN (DERDO) JİTEM`E GELİŞİ
Biz Elmas ailesinin PKK katliamından kurtulan çocuklarıyla uğraşırken, Batman timine teslim olan Selahattin Görgülü adlı PKK millitanını Abdülkerim Kırca yüzbaşı getirip Cem Ersever`e teslim etti.
Bu şahıs kendisine;”Derdo” diye hitap edilmesini istiyordu. Antalya`da oturuyormuş. Dört çocuk babası olup aslen Batman ile Bismil arasındaki bir köyden idi. Örgüte Antalya`dan katılmıştı. Kendi deyimiyle;örgüt ondan çocuklarından bir ikisinin dağa çıkmasını istemişti. O da „Hayır, önce ben gideyim sonra çocuklarım gelsin“ demiş ve örgüte katılmıştı. Hiçbir maddi problemi yoktu.
Sewre ve Habızbına denilen bölgede Suriyeli Erdal`ın grubunda gerilla iken, Derdo`yu Batman`a, Karayün köyü muhtarı ve ağası Felemez’i cezalandırmak ve şehirde Cephe faaliyeti yürütmek üzere gönderiyorlar. Derdo gelip Felemez`i buluyor, akrabalıktan dolayı Felemez Derdo`dan şüphelenmiyor ve birlikte arabaya binip Batman`a gidiyorlar. Yolda, giderken, Felemez`den silahını istiyor. Felemez, Selahattin’in sülalesini tanıdığı ve onun gerillaya katılmış olduğundan haberdar olmadığı için, aklına bir kötülük gelmiyor. Felemez belindeki silahı çıkarıp Derdo`ya uzatıyor. O sırada Derdo herşeyi itiraf ediyor. Felemez`i öldürmüyor.
Kendisini devlete teslim etmesini, fakat işkence yapmalarına mani olmasını istiyor. Felemez de onu götürüp Batman JİTEM tim komutanı Abdülkerim Kırca`ya teslim ediyor.
Örgütten ayrıldığını henüz örgütçüler bilmiyordu.Ara sıra Cem Ersever`in kotrölünde bazı notlar yazıp, örgüt sorumlularına, tanıdığı milisler vasıtasıyla gönderiyordu. Milislerle buluşmalarına giderken JİTEM`den kendisine araç ve yardımcı eleman temin ediliyordu. Bismil`e gittiğinde genellikle beni veya Elazığ`lı Süleyman uzman çavuşu yanında koruma olarak götürürdü. Birlikte gidip görüştüğümüz milislere bizi de örgüt mensubu olarak tanıtıyordu. Geçmiş örgüt tercübemiz olduğu için kimse bizden şüphelenmiyordu.
Bir süre sonra Derdo, artık deşifre olma riskinin bulunduğunu, bu yüzden, durum örgüt tarafından anlaşılmadan, örgüte darbe vurmak istiyordu. İlk başta, Bismil şehir merkezinde Musa Toprak`ı buluşma bahanesiyle tuzağa düşürüp ölümüne sebep oldu. Sonra, Bismil`in bir köyünden PKK milisi Zahit Turan`ı, yine Bismil merkezde oturan Mele Mahmut Ceylan`ın oğlunu tuzağa düşürerek, (bu gerilanın eline Jitem tarafından daha önce iğnesi çıkarılmış bir kleş verilmişti. Derdo, JİTEM’in sivil arabasıyla Bismil`e gidip kendisini arabanın bagajına koyarak, yolda bekleyen Cem Ersever`e teslim etti. Arabada sorgulandı fakat hiçbir şey konuşmadı. Sonra yol kenarında İbrahim Babat tarafından kleşle tarandı. JİTEM’e infaz ettirdi.
Bismil-Tepe köyü muhtarı, Talat Akyıldız Antalya`da yine Derdo`nun yardımıyla JİTEM tarafından infaz edildi. Bu olaydan sonra, Selahattin Görgülü Antalya`da cinayet suçuyla tutuksuz olarak yargılandı. Duruşmalara Diyarbakır JİTEM Grup Komutanlığında görevli Mahzar Basçavuş’la birlikte gidip geliyordu. JİTEM’`in yargıya müdahelesiyle bu olay kapandı.
Aradan çok zaman geçmeden, bir sabah Jitem`deki mesaime başlamak için geldiğimde bir sessizlik farkettim. Mesai saati geçmesine rağmen, ortalıkta kimse yoktu. Orada çaycılık ve komutanın emirerliğini yapan askerlere nerdeler diye sorduğumda, asker bana “abi, hepsi uyuyor, gece bir yere gittiler ve geç saatte döndüler. Cem Binbaşı kendilerini uyandırmamamızı emretti” dedi. ”Acaba gece nereye gittiler” diye kendi kendime merak edip düşünüyorken, Cem Binbaşı uyandı ve niçin erken geldiğimi sordu.
Ben de her zamanki gibi normal mesai saatimde ise geldiğimi söyledim. Cem bana „Bugün dışarı çıkmayın. Vedat Aydın`ın cesedi bulunmuş ortalık karışabilir, dışarı çıkmanız risklidir.” diye açıklamada bulununca, kendisine manalı manalı baktım. Kendisine niçin öyle baktığımı anlamış olacaktı ki “seni cağırmadık diye darılma, komşuda pişer bize de düşer” dedi. Yan tarafta İbrahim Babat, Ali Ozansoy ve Fethi Çetin`e tahsis edilmiş olan odaya gittiğimde, bu şahısların da uyumakta olduğunu gördüm.
Ayakabılarından ve elbiselerinden araziye gittikleri anlaşılıyordu. Kendi kendime herhalde bana yeterince güvenmiyorlar ki beni bu işten haberdar etmemişler diye düşündüm. Birkaç saat sonra, Diyarbakır karışmıştı. Bağrışmalar, slogan sesleri, polis panzerlerinin sirenleri, biribirine karışıyordu. Cenaze Mardinkapı mezarlığına getirildiğinde, yoğun bir uzun namlulu silah sesleri duyuldu. Gelişmeleri Cem Ersever telsizden izliyordu. Sonra mahiyetindeki bizlere aktarıyordu. Mezarlıktaki ateş emrini alay komutanı İsmet Yediyıldız vermişti. Askerlerin açtığı ateş sonucu birçok kişi yaralanmış, 7-8 kişi de hayatını kaybetmişti. Hadep milletvekilleri Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve başka birçok yönetici tartaklanıp, hakaretlere maruz kalmıştı. Fakat denilebilinir ki o zamana kadar Diyarbakır`da görülen en büyük cenaze töreni ve devlet karşıtı kitle gösterisiydi.
Devlet bu kitle gösterisinden korkmuştu. Vedat Aydın gibi, halk arasında sevilip sayılan bir insanı vahşice katlederek, halka korku vermek istemişti. Fakat hesaplar tutmamış, tam tersine halk galeyana gelip sokaklara dökülmüştü. Binlerce polis ve asker müdahalesine rağmen korkusuzca cenazeye sahip çıkmış ve sloganlar haykırıyordu.
Halka verilmek istenen korku,devlet güçlerine çökmüştü. Resmi kurum ve konutların etrafında yüzlerce polis pusuya yatıp gelebilecek saldırılara karşı koymayı düşünüyordu.
Aradan çok zaman geçmeden, bir sabah Jitem`deki mesaime başlamak için geldiğimde bir sessizlik farkettim. Mesai saati geçmesine rağmen, ortalıkta kimse yoktu. Orada çaycılık ve komutanın emirerliğini yapan askerlere nerdeler diye sorduğumda, asker bana “abi, hepsi uyuyor, gece bir yere gittiler ve geç saatte döndüler. Cem Binbaşı kendilerini uyandırmamamızı emretti” dedi. ”Acaba gece nereye gittiler” diye kendi kendime merak edip düşünüyorken, Cem Binbaşı uyandı ve niçin erken geldiğimi sordu.
Ben de her zamanki gibi normal mesai saatimde ise geldiğimi söyledim. Cem bana „Bugün dışarı çıkmayın. Vedat Aydın`ın cesedi bulunmuş ortalık karışabilir, dışarı çıkmanız risklidir.” diye açıklamada bulununca, kendisine manalı manalı baktım. Kendisine niçin öyle baktığımı anlamış olacaktı ki “seni cağırmadık diye darılma, komşuda pişer bize de düşer” dedi. Yan tarafta İbrahim Babat, Ali Ozansoy ve Fethi Çetin`e tahsis edilmiş olan odaya gittiğimde, bu şahısların da uyumakta olduğunu gördüm.
Ayakabılarından ve elbiselerinden araziye gittikleri anlaşılıyordu. Kendi kendime herhalde bana yeterince güvenmiyorlar ki beni bu işten haberdar etmemişler diye düşündüm. Birkaç saat sonra, Diyarbakır karışmıştı. Bağrışmalar, slogan sesleri, polis panzerlerinin sirenleri, biribirine karışıyordu. Cenaze Mardinkapı mezarlığına getirildiğinde, yoğun bir uzun namlulu silah sesleri duyuldu. Gelişmeleri Cem Ersever telsizden izliyordu. Sonra mahiyetindeki bizlere aktarıyordu. Mezarlıktaki ateş emrini alay komutanı İsmet Yediyıldız vermişti. Askerlerin açtığı ateş sonucu birçok kişi yaralanmış, 7-8 kişi de hayatını kaybetmişti. Hadep milletvekilleri Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve başka birçok yönetici tartaklanıp, hakaretlere maruz kalmıştı. Fakat denilebilinir ki o zamana kadar Diyarbakır`da görülen en büyük cenaze töreni ve devlet karşıtı kitle gösterisiydi.
Devlet bu kitle gösterisinden korkmuştu. Vedat Aydın gibi, halk arasında sevilip sayılan bir insanı vahşice katlederek, halka korku vermek istemişti. Fakat hesaplar tutmamış, tam tersine halk galeyana gelip sokaklara dökülmüştü. Binlerce polis ve asker müdahalesine rağmen korkusuzca cenazeye sahip çıkmış ve sloganlar haykırıyordu.
Halka verilmek istenen korku,devlet güçlerine çökmüştü. Resmi kurum ve konutların etrafında yüzlerce polis pusuya yatıp gelebilecek saldırılara karşı koymayı düşünüyordu.
SİLİNMEYEN “ESKİ TERÖRİST” DAMGASI VE KURDOĞLU BÖLGE VALİLİĞİ LOJMANLARININ SİVİL MEMURLARA TAHSİSİ
Ekim 1991 tarihinde GİH (Genel İdari Hizmetler) sınıfından, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na göre göreve tayin edilmiştim. Bu emir Ankara`dan Jandarma Genel Komutanlığı’ndan onaylanmıştı. Gelen atama emrinin görevi bölümüne ”İstihbarat Elemanı” olarak yazılmıştı. Resmen memuriyete atanmadan önce, geçimimizi Cem Ersever`in Bölge Valiliği’nden aldığı maddi yardımlarla sağlıyorduk. Ev kiramızı da onlar ödüyordu.
Jandarma Genel Komutanlığı, Diyarbakır Asayiş Komutanlığı emrine 27 sivil memur kadrosu vermişti. Bu kadrolardan 8-10 kişilik bir bölümüne atama yapılmıştı. Memuriyet teklifi JİTEM komutanı Cem Ersever’den çıkmış, Korgeneral Hikmet Köksal tarafından Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis tarafından onaylanmıştı.
Hikmet Köksal Paşa bu sırada bizlere Diyarbakır`ın Koşuyolu -Bağlar semtinde bir apartman alıp hibe etmek istedi. Fakat can güvenliğinin sağlanamayacağı gözönüne alınınca bu fikirden vaz geçildi.
Daha sonra, Ofis semtinde inşaa edilen Bölge Valiliği’ne ait, Kurdoğlu Lojmanları’nda her bir aileye bir daire tahsis edildi. Lojmana taşınınca eksik ev eşyalarımız yine Cem Ersever`in çabasıyla bölge valiliği tarafından satın alınarak bize verildi. Kaldığımız lojmanların diğer kat ve bloklarında birçok özel harekatçı polis, sivil polis, Jandarma Bölge Komutanı ve Asayiş Komutanı ile birçok subay, astsubay kalıyordu. Bunlardan birçoğu bize “eski terörist” gözüyle baktıkları için selam dahi vermek istemiyorlardı. Bizim lojmanlarda oturmamızdan rahatsız oluyorlardı. Lojmanların girişinde polisler gece gündüz nöbet tutuyordu. Çok güvenli bir yerdi. Kapıdan giriş çıkışlarda bazen polisler bize gıcık gidip kimlik soruyorlardı.
Sonra bu duruma Cem Ersever müdahele ediyordu.
Lojmanlardaki evimizden, Şehitlik semtinde bulunan görev yerimize giderken, muhtemel saldırılara karşı tedbir alıyorduk. Şehir içinde ikişer veya üçer kişi birlikte yürüyorduk.
Bize kendimizi korumamız için birer 9 mm. lik ve 16 mermi alabilen Astra marka tabancalar verilmişti. Evimizde bulundurmak ve dış görevlere giderken taşımak üzere de birer kaleşinkof silah ve el bombaları verilmişti.
1990 yılında, henüz asker iken evimi Diyarbakır`a taşıdığımda Nizip`te dünyaya gelen kızım Zeliha henüz kırkını çıkarmamış bir bebekti. 1991 yılında Kurdoğlu lojmanlarına taşındıktan sonra, 25 Aralık 1991 de Mehmet Salih ismini verdiğimiz ilk oğlumuz dünyaya geldi. 1982 doğumlu kızımız Leyla ise orta okulda öğrenimine devam ediyordu.
Lojmanlarda otururken, bazı polis çocukları, bizim çocuklara laf atıyorlardi. Birgün kızım Leyla ağlayarak eve geldi. Niçin ağladığını sorunca, polis çocuklarından birisinin kendisine “Leyla Zana, terörist” diyerek laf ve bir tokat attığını söyledi. Bunu duyunca bana o çocuğu göstermesini istedim. Çocuk beni görünce, dışarıda komşularıyla oturup konuşan annesinin yanına koştu. Annesine “çocuğunuza sahip çıkın, senin kocan polis memuruysa ben de jandarmada memurum. Senin kocanla yolda yürüsek, PKK`liler ilk başta bana ateş açarlar. Çocuğunuz bir daha kızıma karışmasın” diyerek tepki verdim.
Alnımızdaki “eski terörist” damgasının silinmesi mümkün değildi. Benim yüzümden çocuklarım da ayrımcılıktan nasiplerini alıyorlardı. Babalarıyla aynı düşmana karşı, “terörist, bölücülere karşı savaşma” mıza rağmen, polis ve subay çocukları bizim çocuklarla birlikte oynamıyorlardı.
Kimbilir, anne ve babaları bizim hakkımızda kendi çocuklarına neler anlatıyorlardı?..
Çocukların hiçbir suçu olamazdı. Büyükler onları da etkiliyorlardı. Küçücük yaşlarda onları da ırkçı ve Kürd düşmanı olarak şartlandırıyorlardı. Bizim lojmanlarda oturduğumuzu bildikleri ve bizi şahsen tanıdıkları halde bazı kapı nöbetçisi polisler, mahsustan bizi durdurup kimlik soruyorlardı. Geçmişteki örgütcü durumumuzdan dolayı bizden gıcık kapıyorlardı. Kendileriyle aynı lojmanlarda oturmamızı hazmedemiyorlardı.
ilerde yeşil Kartal arabanın (Bu araba Jitem`e tahsis edilen resmi, fakat sivil plakalı bir arabaydı) içerisinde uzaktan kumanda cihazının şifrelerini girerek bombayı patlattı. Büyük bir gürültü ile gökyüzüne dogru alev ve duman içerisinde araba parçaları sağa sola fırladı.
Bu olaydan sonra biz aynı araçla evimizin bulunduğu Kurdoğlu lojmanlarına gittik.Arabanın direksiyonunda Celil binbaşı vardı. O esnada Cem Ersever de beyaz Kartal marka arabayla gelmişti. İki arabayla lojmanlara girerken kapıdaki nöbetçi polisler ve Ersever arasında tartışma çıktı. Fakat fazla büyümeden biz lojmanlara girdik.
Bu olaydan önce Diyarbakır ‘ daki Özgür Halk Dergisi`nin bürosu Hüseyin Tilki tarafından bombalandı. Fakat bu olayda kullanılan bomba C-4 değildi.
Bu C-4 patlayıcıdan bir tanesini de Mardin-Kızıltepe şehir merkezinde Renault marka bir arabanın altında patlatıldı. Bu eylem için Aytekin Özen binbaşı, İbrahim Babat ve ben Kızıltepe`ye gittik.
Akşamdı.
Hedeflenen araba sokakta kaldırım kenarında park etmis haldeydi. C-4 patlayıcının bulunduğu poşeti Ibrahim Babat, arabanin altına koydu. O esnada ben de onun güvenliğini sağlıyordum. Aytekin binbaşı ise sokağın başında arabasını parketmiş ve direksiyondaydı. Patlayıcı mekanizmanın kumanda cihazı kendisindeydi. Biz bombayı yerleştirip Aytekin`in yanına gelince şifreye basıldı ve büyük bir gürültü ile patlama gerçekleşti.
Patlamadan hemen sonra biz Diyarbakır`a doğru hareket ettik. Bu aracın hangi vatandaşa ait olduğunu bilmiyorum.
ERSEVER`İN KARANLIK İLİŞKİLERİ
Cem Ersever`in dikkatimi çeken birkaç ilişkisi vardı. Birgün hep birlikte arabayla, Diyarbakır Büyükşehir Belediye binasının önünden geçerken, Cem birden bire arabayı durdurup indi ve kaldırımda durmakta olan HEP Milletvekili Orhan Doğan`la samimice kucaklaşıp öpüştü. Bu hareket karşısında, hepimiz şaşırmıştık.
Ersever ve Orhan Doğan?..
Ersever arabaya geldiğinde şaşkınlığımızı farketmiş olacak ki;
“Çocuklar, Orhan`la tanışmışlığımız eskilere dayanır. Askerde iken asteğmen idi. Birgün,Ankara`dan Diyarbakır`a uçakla gelirken tanıştık. Kendisi Konya`lı bir Kürt`müş.” dedi.
Yine bir gün, arada sırada birlikte gittiğimiz SASS (Selim Amca Sofra Salonu) `na yemeğe gittiğimizde, bir masada Cizre`li Avukat M.Ali Dinler ve Necat Söyler`i başbaşa yemek yerken gördük. Ersever salona girdiğinde onları başıyla selamlayıp başka bir masaya geçti.
Necat Söyler `i tanıyorduk fakat ikinci şahsı daha önce görmemiştik ve kim olduğunu sorduk.
Ersever bize;
“O şahıs Avukat Mehmet Ali Dinler`dir. Eski T-KDP`dendir.” dedi.
Şaşkınlığımızı farkedince de;
“Bunlar devletin ehlileştirdiklerindendir. Bunlardan zarar gelmez çocuklar”. diye merakımızı giderdi.
(...)
CEM ERSEVER`DEN SONRA DİYARBAKIR`DA JİTEM FAALİYETLERİ
1991 Ağustos ayında Binbaşı Ersever ve yardımcısı Binbaşı Aytekin Özen Ankara‘ya Jitem Gruplar Komutanlığı’na tayin edildiler. Bunlar giderken yanlarında birçok döküman, belge, silah ve bir valiz dolusu C-4 patlayıcı ve bu bombaları patlatmaya yarayan uzaktan kumanda cihazı götürdüler.
Cem Ersever Ankara’ya tayin edilişinden pek memnun görünmüyordu. Kendisinde sanki tamamlamak istediği bir görevi yarım bırakmışlığın bir kırgınlığı seziliyordu. Başka bir yere tayin edilen her Jitem komutanının kendi yerine başka bir komutanı tavsiye etme geleneği vardı.
Ersever ile yaptığım bir telefon görüşmesinde; “Abi kendi yerine başka bir komutan bulamadın mı?” diye sordum. “Ben mahsustan Cahit`i tavsiye ettim ki, benim kiymetim anlaşılsın” dedi.
Demek ki Cem kendisini “Özel Savaşı en iyi bilen ve yürüten komutan “ olarak görüyormuş.
Bunu üst rütbedeki amirlerine göstermek istemişti. Bu yüzden de İstihbarattan anlamayan Cahit Aydın`i eski makamına önermişti.
Cem Ersever Ankara`ya tayin edilmesinden hoşnut kalmamıştı. Anladığım kadarıyla PKK ile Kürdistan dağlarında giriştiği mücadeleyi, yine o dağlarda noktalamak istiyordu. Ankara`ya gitmeden önce Ali Ozansoy´un ve Mustafa Deniz`in de yardımlarıyla bir kitap yazmıştı.Bu konudaki düşünce ve planlarını bu kitapta ortaya koymuştu. Jandarma Genel Komutanlığı aracılığıyla Genelkurmay Başkanlığı’na bazı öneri ve tavsiyelerde bulunuyordu. Cem`e göre PKK ile silahlı mücadele Hezil Vadisi’nde başlamıştı, yine orada bitirilmeliydi. Cudi Dağı`na tabur düzeyinde bir anti-gerilla gücü ve karargah kurulmalıydı. Bölgedeki diğer askeri birliklerden bağımsız olarak hareket edecek olan bu birliğe kendisi komuta edecekti.
Fakat bu teklif Ankara tarafından onay görmemişti. Cem bu duruma çok sinirlenmiş, gazeteci Soner Yalçın ve bazı başka basın organlarına JİTEM faaliyetleri hakkında açıklamalarda bulunmuştu. Bu açıklamalar basında yayınlanınca eski yardımcısı Aytekin Özen Binbaşı ve daha birçok JİTEM görevlisi Cem`i ihanetle suçlamaya, cezalandırılması gerektiğini açıkça söylemeye başladılar.
Ve herkesin bildiği 1993`teki akibet... Jandarma teşkilatının içindeki bazı rütbeliler, Yeşil ve bazı itirafçılar tarafından ensesine kurşun sıkılmak suretiyle öldürülüşü...
Cem Ersever, kendi yerine, istihbarattan anlamayan, bölge ve PKK hakkında hiçbir bilgi ve tercübesi bulunmayan birini, Niğdeli binbaşı Cahit Aydın`ı tavsiye etmişti. Cahit Binbaşı, Niğde`de patates ekim işiyle uğraşan çiftçi bir ailenin çocuğuydu.
Jitem`e komutan olur olmaz bana verdiği ilk görev ”Niğde‘den Diyarbakır`a kamyonla patates getirilirse iyi bir fiyata satmak mümkün olur mu” olmuştu.
Benden piyasayı araştırmamı istedi.
Yardımcılığına da tam onun kafa yapısında bir binbaşı, Malatyalı Nurettin
Ata tavsiye edilmişti. Nurettin Ata, daha önce Silopi Tim Komutanlığı görevini yürütüyordu. Ramazan ayı başladığında ikisi de orucunu tutar, beş vakit namazlarını kaçırmazlardı.
Memuriyet onayım bu ekibin zamanında gerçekleşti. Memuriyet yeminini Cahit Aydın binbaşı bize ettirdi. Bizi dış görevlere göndermeyip, hiç kimseyi “PKK`li teröristtir” diye yasadışı yöntemlerle kaçırtıp öldürtmedi. Sadece bazen yukarıdan istihbarat temini için emir geldiğinde, o konuyu araştırmamız ve kendisine rapor sunmamız için görevlendirirdi.
Şırnaklı Tatar aşiretinin liderleriyle, Karacadağ bölgesinden Emin Fettahlıgil ile, Beytüşebaplı Tahir Adıyaman ve Babat`lardan Hazım Babat`la kısa sürede dost-ahbap ilişkileri kurmayı başardı. Emin Ağa’dan Karacadağ pirinci, Beytüşebap`tan bal ve Tatarlar’dan da en güzel el işlemesi halı ve kilimler “hediye” olarak gelirdi. Cahit binbaşı bunlardan yiyebildiğini yer, diğer kısmını ise kendi evine gönderirdi.
Şemdinli Davası Hakkındaki Savcılık İddianamesi / Ferhat Sarıkaya
T U T U K L U
ESAS NO : 2006/32
İDDİANAME NO. : 2006/31
DAVACI : K.H.
MAKTÜL : Mehmet Zahir KORKMAZ : Mehmet Reşit oğlu, Makbule’den doğma, Şemdinli – 01.03.1976 D.lu, Hakkâri-Şemdinli-Altınsu Köyü Cilt 2, Hane 5 N.K. olup 09.11.2005 Tarihi İtibariyle vefat etmiş.
MAĞDUR : Metin KORKMAZ : Mehmet Salih oğlu, Asya’dan doğma, 1964 d.lu, Şemdinli İlçesi Altınsu Köyü’nde oturur.
ŞİKÂYETÇİ : Seferi YILMAZ : Mir oğlu, Hayat’tan doğma, 08.03.1962 D.lu, Hakkâri-Şemdinli-Umurlu Köyü N.K. olup Şemdinli-Kılıç Mahallesinde oturur.
VEKİLİ : Av. Murat TİMUR : Van Barosu Avukatlarından Av. Mehmet EKİCİ : Van Barosu Avukatlarından Av. Cüneyt CANİŞ : Van Barosu Avukatlarından
SUÇTAN ZARAR GÖREN : Hamide KORKMAZ : Memet kızı, Perizat’tan doğma, 01.07.1981 D.lu, Şemdinli-Altınsu Köyü’nde oturur.
VEKİLLERİ : Av. Cüneyt CANİŞ : Van Barosu Avukatlarından Av. Mehmet EKİCİ : Van Barosu Avukatlarından
Konu başlıkları
- 1 ŞÜPHELİLER
- 2 SORUŞTURMA EVRAKI İNCELENDİ :
- 3 OLAYA İLİŞKİN ŞÜPHELİLERİN SAVCILIK İFADELERİ
- 4 Olay İle İlgili Mağdurlar Seferi YILMAZ ve Metin KORKMAZ’ın Beyanları
- 5 Olay İle İlgili Olarak Dinlenen Tanık Beyanlarının Bazıları
- 6 PKK/KONGRA-GEL Terör Örgütünün Gerçekleştirdiği Kitle Eylemleri:
- 7 PATLAMA OLAYI’NDAN SONRA KONU İLE İLGİLİ BAZI TANIK BEYANLARI
- 8 ŞEMDİNLİ’DE MEYDANA GELEN OLAY SONRASI DEVLETTEN BEKLENTİLERE İLİŞKİN MEDYADA YER ALAN HABER VE YORUMLAR:
- 9 Cumhuriyet Başsavcı Vekilliğimize Gelen Çeşitli İhbarlar
- 10 Hakkâri Olayları İçerisinde Güvenlik Güçlerinin Tutumlarına İlişkin Değerlendirmeler:
- 11 BU DEĞERLENDİRMEDEN ve GENEL AÇIKLAMADAN ÇIKAN SONUÇ :